herşeyi yapabileceğimi sandığım ve kendimi en yukarıda gördüğüm yıllardı. on dokuz yaşındaydım ve ucuz olduğu içinmi yoksa sevdiğim için mi olduğun hala tam anlayamadığım tren yolculuklarından biri daha başlıyordu.
öğrenciydim hiç sevmediğim bir bölümde ama öğrenciliği seviyordum. arkadaşlarımdan emanet elbiselerle şekil olduğuna inandığım tarzda giyinmiştim. şimdi asla giyinmeyeceğim gibi. yaşımdan dolayı belkide gerçekten kötü giyinidiğim için o yıllarda; bir daha giyinmeyeceğim vurgusunu yaptım. tren gardan hareket ettikten 10 dakika sonra gördüm onu. ve onun trenden indiği 4 saat sonraya kadar izledim onu. yanında beş arkadaşı vardı. ikisi kızdı galiba ama tam hatırlamıyorum. iki yaş küçüktü benden. adı asiyeydi.
asiye. daha sonraki yıllarda hiç kavuşamayacağım masumiyet masalının baş kahramanı. aşk onunla masumdu ve onunla kaybetti masumluğunu. sürekli konuşmalarını dinliyordum, hiç konuşmadan. diğerlerinin ne cevaplar verdiğini duymuyordum bile sanki asiye kendi kendine konuşuyordu. sesi yüreğime fısıldıyordu sanki. kısa aralılarla dışarı çıkıyor yanından geçiyordum. bir gidişimde saçlarımı düzeltiyor, diğer gidişimde şapkamın şeklini değiştiriyordum. ben görüyor ve beğeniyordu. bunu kendisi söylemedi belki bakmadı bile bana. ama ben eminim. on dokuz yaşımda beni beğenmeyecek insan yoktu bana göre. hatta beni değerlendirme hakkı bile yoktu. sadece ben birilerini değerlendirirdim ve beğenirdim.
o konuştukça aşık oluyordum. adını bu konuşmalar esnasında öğrendim. yani bu büyük aşkta adını bilme sebebim onun konuşmaları arasında geçmiş olması. benim bir sıra önümde oturuyordu çaprazımda. yada ben onu rahat görebilmek için bir sıra arkasına oturmuştum ve özellikle çaprazına. ince bir vücut ama olgunlaşmanın tüm izlerini taşıyan. uzun siyah saçlar ve kapkara gözler. teni beyazdı tüm beyazlıkları kıskandırırcasına. arkadaşlarıyla bazen almanca konuşuyordu. galiba almanca hazırlık sınıfı okumuşlardı. bende biliyordum almanca ve konuşmalarındaki yanlışlıklara müdahal ederek tanışmak istedim onunla. ama bu ukalaca bir tavır olurdu asiye gibi bir aşk tanrıçasına. çok denemedim zaten tanışmayı. istiyorudum aslında hatta o güne kadar hiçbirşeyi istememiştim onunla tanışmayı istediğim kadar. ama onunla tanışmak güzel gelmiyordu onunla tanışmayıp ömür boyu sevmek kadar.
asiye böyle sevilmeliydi zaten. sadece adını bilerek ve uzaklardan. bir daha hiç görülmemeliydi ki ilk gördüğüm andaki değeri kaybolmasın. asiye benim aşk kitebımın önsözü kadar içten ve samimi, arka kapak yazısı kadar özetleyiciydi. yolculuğun birinci saati sonunda ön koltuğa uzandığı anda beli açıldı beyaz badisinin altından. sarı ayva tüyleri o kadar hoştuki bu 15 saniyelik manzara bundan sonraki hayatımda nefret etmemi sağladı bütün bel açılmalarından. asla güzl olamazlardı asiyenin beli kadar. madem güzel olamayacaklardı açmamaları gerekirdi bellerini. cüret bile edemedi hayatıma giren hiçbir kadın. izin veremezdim o masumiyet ve güzellik kalesinin yıkılmasına.
asiyeyi hep sevdim ben ondan sonra sevdiklerim onu bulma arayışlarıydı sadece. asiye indi ve gitti arksından gitmedim. ama arkasından baktım tren düdüğünü çalıp hareket edene kadar. gidilmezdi zaten peşinden. o inmeli ve uzaklaşmalıydı bir daha hiç gelmemecesine. o bir kere görülmeli ve bir kere sevilmeliydi. adını öğrenmek ve gerisini bilmemek gerekirdi. asiye artık yoktu sonraki dört saat süren tren yolculuğunda ve ondan sonra yedi yıldır sürmekte olan hayat yolculuğunda onu düşündüm. asla asiyeyle birlikte olmak, çıkmak, sevgili olmak gibi şeyleri aklımdan bile geçirmedim. ona aşıktım hala
da aşığım ama insan aşık oldum diye nasıl düşünebilir aşkın kendisiyle birlikte olmayı.